03 Kasım 2025, Pazartesi
Çetin ÖZBEY
Çetin ÖZBEY [email protected]

HER GÜN YENİ BİR MAÇ: FUTBOL’DAN İŞ DÜNYASINA BAKIŞ.





Farkındasınızdır mutlak. İş yaşamı, çoğu zaman bir futbol maçını andırır. Futbolda tüm oyuncuların bir pozisyonu, bir rolü ve bir hedefi vardır. Tribünlerde izleyenler, sahada oynayanlar, kenarda taktik verenler. Hepsi aynı sonuca odaklanır. Ama başarı, yalnızca bireysel beceriyle değil, takımın uyumuyla gelir.

Futbol sahasında en yetenekli oyuncunun bile paslaşmadan gol atması çok çok zordur. Hatta mümkün değildir. Takım ruhu olmadan hiçbir sistem işlemez. İş yaşamımızda şirketlerde de durum farklı değildir. Her çalışan, tıpkı sahadaki bir oyuncu gibi, kendi görevini en iyi şekilde yaparken yanındakine destek olmalıdır. Çünkü iş dünyasında da “paslaşmadan gol olmaz.”

Bir de teknik direktör vardır. Futbolda olduğu gibi iş dünyasında da liderin görevi sadece yön vermek değil, mevcut potansiyeli doğru kullanmaktır. Her oyuncunun güçlü ve zayıf yönlerini bilmek, onu doğru zamanda doğru hamleyi yapmaya yönlendirmek önemlidir. İyi bir antrenör, takımını sadece başarı anında değil, mağlubiyet sonrası da ayağa kaldırma becerisine sahip olandır. Çünkü moral, bir takımın görünmeyen enerjisidir.

Futbolda teknik direktör yukarıda da ifade edildiği üzere yalnızca taktik vermez, her oyuncusunun güçlü ve zayıf yanını bilir. Kimi hücuma kaldırır, kimini savunmaya çeker. Asıl başarısı ise, maç kötü giderken takımı psikolojik olarak ayakta tutabilmesidir. Özetle iş yaşamında da teknik direktör şirketin tepe yöneticisidir.

İş dünyasında da liderin görevi sadece hedef göstermek değildir; ekibini yeniden motive etmek, hata yapıldığında da soğukkanlı kalabilmektir. Çünkü moral, her takımın görünmeyen enerjisidir.

Bir yönetici, oyuncusunun potansiyelini görebildiği kadar liderdir. Zayıf anında yanında duramıyorsa, o yönetim yalnızca iyi zamanların kaptanıdır.

LTF.BKNZ: https://youtube.com/shorts/xXHnGfQaVgM?si=yRuFB3jiAp26BZpW

İş yaşamında da geriye düşülen anlar olur. Satış hedefleri tutmaz, proje gecikir, rekabet kızışır. O anlarda futbol sahasındaki mücadele ruhuna ihtiyaç . Skor ne olursa olsun oyundan kopmamak gerekir. Futbolda “90 dakika bitmeden maç bitmez” denir; iş dünyasında da hiçbir başarısızlık kalıcı değildir, tabii ki eğer yeniden başlama cesareti varsa. Ve de yönetici bu cesarete sahip olmalıdır.

Bir diğer ortak nokta da etik anlayıştır. Futbolda faul yapan, rakibine saygı göstermeyen oyuncu nasıl kırmızı kart görürse, iş hayatında da kuralları hiçe sayanlar uzun vadede kaybeder. Fair play, yalnızca sahada değil, ofiste de geçerlidir. Kazanmak kadar nasıl kazandığımız da önemlidir.

Ve elbette “hakemler” vardır: Denetçiler, yöneticiler, sistemin şeffaflığını koruyanlar. Futbol hakemsiz oynanmaz; iş dünyası da denetimsiz yürümez. Kurallar adil olursa herkes oyuna güven duyar.

Aslında futbolun büyüsü tam da burada gizlidir: Her maç yeni bir başlangıçtır. Dün kaybetmiş olabilirsiniz ama bugün yeniden sahaya çıkarsınız. İş yaşamı da böyledir. Her gün yeni bir maç, her proje yeni bir sınavdır. Önemli olan, aynı inanç ve takım ruhuyla mücadeleye devam edebilmektir.

Sonuçta hepimiz kendi sahamızda oynuyoruz. Kimi forvet, kimi kaleci, kimi kenarda destekçi. Ama hedefimiz ortak: İyi oynamak, birlikte kazanmak. Çünkü hem futbolda hem iş hayatında galibiyet, bireysel yetenekten çok ortak emeğin eseridir

Bir ormanda hayvanlar bir gün tartışmaya başlamış: “Kim daha çok yavru doğurabiliyor?” Tavşan sekiz demiş, fare on demiş, kuşlar yumurtalarını saymakla övünmüş. Herkes rakamlarla konuşuyormuş.
Sonunda gözler dişi aslana çevrilmiş. “Sen bir seferde kaç çocuk doğuruyorsun?” diye sormuşlar.
Dişi aslan sakince yanıtlamış: “Bir.”

Diğer hayvanlar alaylı bir şekilde gülümsemeye başlamışlar.

Öyle ya orman hayvanlarının için de daha fazla doğuranlar varmış. Ama dişi aslan sözünü tamamladığında sessizlik çökmüş:
“Fakat ben bir aslan doğururum.”

Ve Orman hayvanları niteliğin, nicelikten daha önemli olduğunu böylece anlamışlar.

Kim daha çok uçuş planladı, kim daha fazla sefer yaptı, kim daha fazla yolcu uçurdu?

Sayılar, tablolar, performans ve başarı göstergeleri arasında kayboluruz.

Ama bazen unuturuz: Uçuş sayısı değil, uçuşun kalitesi önemlidir. En önemlisi uçuşların emniyet içinde varış noktasına ulaşmasıdır.

Yolcuların havalimanında uçaktan güler yüzle inişleri onlara tüm yorgunluklarını unutturur.

Bir pilotun bin uçuş yapması değil, ama bunların birinde gerekli olduğu o anda en doğru kararı verip uygulaması hem kıymetli hem de önemlidir.

Bir teknisyenin günde onlarca bakım yapıp bunları tamamlaması değil, her birinde güvenliği titizlikle sağladığına emin olması önemlidir.

Bir yönetimin / yöneticinin hedefleri tutturması ile birlikte çalışanlarını o hedeflere inandırabilmesi ve sürdürülebilirliğini sağlamasındadır asıl başarı

Havacılık, “çoklukla değil, “doğrulukla ayakta durur.

Bir zincirin en zayıf halkası bile bütün sistemi etkiler.

Bu yüzden önemli olan, yapılan işin niceliği değil, niteliğidir.

Havacılıkta “küçük hata” diye bir kavram yoktur. İşte bu nedenle havacılıkta en temel ilke “sayılar değil, doğruluktur.

Emniyetli uçuş, güçlü ve titiz bakım, bilinçli çalışanlar ve titiz, hassas bir yönetim. Bunların başarısı sayılarla değil, özveriyle, hedeflere ulaşabilmiş olmakla sunulan tüm hizmetin niteliği ile ölçülür. Uçuş ekibinin uyumu emniyetli uçuş için ilk planda olmasına rağmen, diğer çalışanların teknisyen, kabin ekibi ve yer personeli uyumlu çalışması birbirini, tüm hizmeti müspet bir şekilde etkileyecektir.

Evet, sivil havacılar da her gün doğum yapar gibi heyecanlıdırlar. Diğer sektör kuruluşlarının çalışanlarından bir miktar farklıdırlar. Herkesin işi önemlidir. Ama bizimkiler can taşırlar. En önemlisi budur. Yaşamda daha önemli bir şey var mı?

Tıpkı ormanın dişi aslanının söylediğinin bir benzerini övünerek söyleyebilirler.

Dişi aslan “ben aslan doğuruyorum” demiş ya.

Havayollarının tüm çalışanlarının hizmetlerinin emniyetli uçuşlar ile sonlanması tek dileğimizdir.

Şirketinizin işe alım aşamasını çok dikkatle değerlendirdiğinizi biliyoruz. Yapılan çok ciddi mülakatlarda aday çalışanınıza aşağıdakilerin de dışında onlarca sual daha sorduğunuzu ve bu cevapları önemle irdelediğinizi düşünüyoruz.

Nedir bu sualler? Kendinizden bahseder misiniz? Organizasyon / Şirket hakkında ne biliyorsunuz? Neden bizim için çalışmak istiyorsunuz? Şirkete ne katabilirsiniz? Sizi Neden işe almalıyız? Mevcut işinizden neden ayrılıyorsunuz? Karakterinizi 30 kelimenin altında bize anlatır mısınız? Mevcut işinizden neden ayrılıyorsunuz? Gelecek için hedefleriniz neler? Bize zor bir durumunuzu ve bunun üstesinden nasıl geldiğinizi anlatabilir misiniz?  İş dışında nelerle ilgileniyorsunuz? Bizimle ilgili sorularınız var mı?

Evet bu mülakat sonucunda şirketlerimiz aday çalışanı işe kabul ediyor veya etmiyor. Bu konu belki de kuruluşların en önemli konularının ilk sıralarında yer alıyor. Sizce de öyle değil mi?

Hoca’nın bu fıkrası aslında kurumlarda “doğru insanı yukarılara, yanlış mevkilere çıkarmamak” gerektiğini anlatıyor.

Kimi zaman şirketlerde, görevde yükseltmeler aceleyle veya başka özellikler dikkate alınarak yapılır. Henüz tecrübesi olgunlaşmamış bir çalışanı, sırf bir başarı tablosuna sığsın diye “dama çıkarmak”, o kişiyi de kurumu da zora sokacaktır.

Futbolda da durum aynıdır: genç bir oyuncuya 90 dakikalık maçın tamamını yüklediğinizde hem kendini yakar hem takımı. Oysa iyi bir teknik direktör, oyuncusunu doğru zamanda oyuna alır.

SİZ SİZ OLUN EŞEĞİ ÇOK YÜKSEKLERE ÇIKARTMAYIN?

“Bir gün Nasrettin Hoca eşeğini hava alsın diye evinin damına çıkarmış. Bir müddet sonra eşeğin yeterince hava aldığını düşünüp aşağı indirmek istemiş. Lakin hayvan aşağıya inmemek için direnip durmuş. Hoca ne yapıp ettiyse eşeği bir türlü aşağı indirememiş. Sonunda pes eden hoca damdan aşağıya yalnız başına inmiş. Kendisine alan bulan eşek, başlamış damda hoplamaya, zıplamaya. Sonunda da çöken damla birlikte aşağıya düşüp ölmüş. Bu akıbeti gören hoca yaptığı hatadan şu dersi çıkarmış: “Demek ki eşeğin bulunduğu yerden yükseklere taşırsan hem kendine hem de bulunduğu yere zarar verirmiş”

Hayatta en zor şey, insanın kendine bakabilmesidir. Ama belki ondan da zor olan, bir kurumun aynaya bakabilmesidir. Çünkü tıpkı bireyler gibi, kurumlar da kendi sorunlarının kaynağını çoğu zaman dışarıda arar.

Düşen verimliliğin nedeni “motivasyonu düşük çalışanlar”, artan şikâyetlerin sebebi “sabırsız müşteriler”, başarısız projelerin açıklaması ise “uygunsuz koşullar” olur. Oysa çoğu zaman problem, sistemin ta kendisindedir.

Carl Gustav Jung’un sözü aslında sadece bireyler için değil, kurumlar için de geçerlidir: “Hayatta en acıklı konu bir insanın probleminin kendinden kaynaklandığını görememesidir.”

Bir yönetici ya da bir kurum da bu farkındalıktan uzaklaştığında, her şeyin suçlusu hep “ötekiler” olur. Ve tıpkı kendi içini görmeyen insan gibi, o kurum da aynı hataları tekrar eder — sadece sahne değişir, senaryo aynı kalır. Oysa değişim, aynaya bakmakla başlar.

Bir kurumun aynası raporlar değil, iç sesidir; çalışanların sessizliği, yöneticilerin tepkisizliği, müşterinin güven kaybıdır. Bu belirtiler, tıpkı insan ruhundaki uyarı sinyalleri gibidir. Görülmezse, büyür; görmezden gelinirse, çürütür. Gerçek liderlik, başkalarını eleştirmekten önce kendini sorgulamayı gerektirir. Çünkü sorun dışarıda değil, çoğu zaman yönetim anlayışının içinde gizlidir.

Ve belki de en büyük cesaret, “Ben nerede yanlış yaptım?” diyebilmektir.

Kurumlar da insanlar gibidir: Kendini görebilen, gelişir. Göremeyen, ise yavaş yavaş tükenir.

HER GÜN YENİ BİR MAÇ: FUTBOL’DAN İŞ DÜNYASINA BAKIŞ.

Yorumlar

Bu haber için henüz yorum gönderilmedi.

Yorum Gönder

Kalan karakter 1000