15 Eylül 2025, Pazartesi
Servet BAŞOL
Servet BAŞOL [email protected]

Geç olsun, güç olmasın!



İngiltere Kraliçesi Victoria Sultan Abdülmecit’e İstanbul’da bir Anglikan Kilisesi yaptırmak isteğini iletti. Abdülmecit bu isteği kabul etti, İngilizlere Tünel ile Tophane arasında yer verdi. Kilise yapımı 10 yıl sürdü. 22 Ekim 1868’de kilise ibadete açılacaktı.

Sultan Abdülmecit ölmüş, yerine Sultan Abdülaziz geçmişti. Kraliçe Victoria, kilisenin açılışı anısına Abdülaziz’e son model bir otomobil armağan etti. Osmanlı sarayından bir kişiye de otomobili sürmesi öğretildi. Bu İstanbul’un gördüğü ilk otomobildi.

Fakat çok önemli bir sorun vardı: Halk otomobili görünce şeytan görmüş gibi tabanları yağlayıp kaçıyordu; kaçanların en önünde de medrese hocaları ve öğrencileri vardı. “Zatü’l-Hareke” (Kendi kendine hareket eden zat) denilen bu aracın “şeytan işi olduğu kulaktan kulağa bütün İstanbul’a yayıldı.

“Zatül Hareke”nin şeytanlığından huzursuz olan Sultan Abdülaziz, Şeyhülislam Hacı Mehmet Refik Efendi’den fetva istedi. Ancak Şeyhülislam haftalarca uykusuz kaldı, ayetlerde, hadislerde konuyla ilgili bir yorum aradı, bulamadı…

En sonunda “Bu otomobilin şeytan işi olduğu” fetvasını verdi ve Haliç’ten denize atıldı.

Bu fetvadan sonra İstanbul’a 40 yıl otomobil giremedi. Bazı zenginler özellikle Yahudiler el altından otomobil getirdiler ama “Bilim ve fenne önem veren Sultan” olarak yeni nesillere anlatılan Abdülhamit “Yollar bozulur, kazalar olur” korkusu ile bu otomobillerin kullanılmasına yasak getirdi.

Acaba Abdülhamit, Şeyhülislam Hacı Mehmet Refik Efendi’nin “şeytan işi” fetvasından mı korkmuştu?..

Arabanızın direksiyonuna geçtiğinizde “Osmanlı’yı kim yıktı?” sorusu aklınıza gelirse bu verdiğim bilgileri anımsayınız.

Osmanlı’yı Batı yıkmadı, İttihatçılar yıkmadı, Yahudi bankerler yıkmadı. İşte bu “Akla kapalı, bilime kapalı, medreselerinde fen bilimleri olmayan yobaz zihniyet" yıktı.

İslamı kendi dilinde öğrenen Acemler, (Arapça ayetler ilk defa Acem diline çevrilmiştir) dinde hiçbir zorlukla karşılaşmadı. Biz ise İslam’ı Acemlerden öğrendiğimiz için Nebi yerine acemce Peyamber, Salat yerine Türkçe “dua” dururken acemce namaz, abdest ve daha bir çok sözcüğü Acemce söylemeye devam etmekteyiz.

Acem = İranlı. Arapçada ʿAjam (عجم) kelimesi “Arap olmayan” demektir. İslam coğrafyasında özellikle İranlılar için kullanılmıştır. Bu yüzden Türkçede de “Acem” = “İranlı” anlamına gelir.

Acemî (acemden türeyen), “Acem’e mensup olan” yani aslında “İranlı”.

Ancak Türkçede ikinci bir mecaz anlam kazandı: “Arapça/Farsça bilmeyen, dili dönmeyen, yabancı” anlamında. Oradan da “işi bilmeyen, tecrübesiz”, yani “acemi”nin “tecrübesiz” anlamı, doğrudan “yabancı, dil bilmeyen” kökünden geliyor.

İstanbul’da otomobilin ilk yıllarında (1900’ler başı) şeytan işi bu arabanın direksiyonu başına geçenlerin çoğu Acem (İranlı) idi. Çünkü Osmanlı’da otomobil yeni bir teknoloji olduğu için bunu ilk öğrenenler arasında yabancı uyruklular (özellikle İranlılar, Levantenler) vardı.

Halk da bu sürücülere “Acem şoför” diyordu.

Zamanla “Acem’i şoför, İranli Sürücü”, sözcüğünün mevcut “tecrübesiz” anlamıyla birleşince bugünkü kullanımı doğdu.

“Acemi şoför”ün iki kökü var diyebiliriz:

a) Dil kökeni: Acemî = tecrübesiz, işi bilmeyen.

b) Tarihî köken: İstanbul’da ilk şoförlerin çoğu İranlı olduğundan onlara “Acem şoför” denmiş. Bu da zamanla “Acemi şoför” şeklinde halk diline yerleşmiş.

Cehaletin sonucu ve din adına cahil bırakılan halk, sarayın gücünü kaybetmesiyle teknolojiye yol vermiş, daha sonra da teknoloji ile ürettikçe daha da çok kazanabileceğini gördüğünde, açlığını giderme yolunun teknolojiden geçtiğini görüp, yabancı dildeki teknolojik ürünlerin adını söylemekte zorlansa da, kah yerine sıfat koyarak kah benzetme ile takma ad takarak, saraya ve fetvaya karşı gelmiş, su yolunda akmış, geç de olsa matbaa 280 yıl, mekanik saat 150 yıl, buhar makinesi 60 yıl, ateşli silahlar 50 yıl, elektrik ve demiryolu 30 yıl, otomobil 20 yıl, telgraf 15 yıl, telefon ise 5 yıl sonra gelmiştir. Burada Osmanlıyı yıkanın “fetva” olduğunu söylemek yanlış olmaz. “Aşağıdan bakıp etekleri altından Melekleri gözetliyorlar” diye topa tutulan yeri artık sizler biliyorsunuz. Daha geçenlerde ziyaret ettik. Gönül isterdi ki okullar bu rasathaneyi ziyaret edip biraz uzmanından ne yaptıklarını dinleseler ve yaşarken bir daha çok zor, bu kadar yakından görebilecekleri uzay hakkında görsel bir şölene misafir olsalar.

Sadece bu gözlemevi değil, İstanbul’da İskender Lahdi, Tabnit Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Sidamara Lahdi, Likya Lahdi ve Sappho Büstü, Aşk Şiiri Tableti, Kadeş Barış Antlaşması belgeleri, Marsyas Heykeli, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait yaklaşık 2.000 çini ve seramik eseri, Lugal-dalu, Salman-esser III, Puzur-Ishtar heykelleri ile Şulgi Yıl Adları Tabletleri, İbn-i Sina’nın bitki bahçesi tasarımı, Taqi ad-Din’in mekanik saati ve El-İdrisi’nin dünya haritası ve eşsiz mimari eserler hala ilk ve orta okul öğrencilerini beklemekte. MEB da sanki fetva bekler gibi bir tavrı var.

Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir coğrafyada yaşıyoruz. Sümela’dan, Peri Bacalarına, antik şehirlerden daha öncesi yok dedikleri MÖ 4000 yıldan bir o kadar daha eski olduğu kanıtlanmış Göbekli Tepe’ye, ondan da eski olan Boncuklu Tarla, Karahan Tepe, hepsi bir adım ötemizde.

Orda bir köy var, uzakta

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür.

Ahmet Kutsi TECER

O köyü de o evi de gidip gördüm. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, A. K. Tecer’in bu şiiri yazarken hangi ruh ve duygu ile yazdığını çok iyi anlayabiliyorum. Bana bir defa daha git deseler, inan gidemem. Gözüm yemiyor o kadar çapraşık ama doğa harikası olan o yolu. İşte o küçücük şiir, bana çok şey ifade ediyor. Sizlere ne ifade ederse etsin, o köyü, o evi görmedikçe, sizler için güzel bir şiir olarak kalacak ama hissedemeyeceksiniz şairin hissettiklerini.

Öyle muhteşem bir coğrafya ki bu yaşadığımız, etrafımızda 7 ülke, 7 alfabe, 7 dil ve hatta sekiz diyebileceğimiz (Nahcivan’ı da katarsak) ülke var.

Böyle bir ülke, bir o kadar da kültür ile çevrili demektir. Bu kültürler asırlar boyu süregelen bu coğrafya içerisinde elbette birbirlerini etkilemiş ve birbirleri ile kültür alışverişi yapmışlardır.

Aydınlanmaya hazır gençlik, karşısında aydınlanmaya ön ayak olacak yeni birilerini beklemekte.

Elbet ve hiçbir zaman geç olmayacak o kişinin gelmesi.

Deneyimle biliriz ki “geç olsun, güç olmasın” sözü gerçektir.

Aydınlık ve adil bir geleceğe, hep birlikte.

https://servetbasol.com

 

Geç olsun, güç olmasın!

Yorumlar

Bu haber için henüz yorum gönderilmedi.

Yorum Gönder

Kalan karakter 1000