Yetkililerin verdiği rakamlara göre statta 81 bin 500 biletli seyirci var.
Burası Washington Redskins takımına ait bir saha. Yani Amerikan futbolunun oynandığı yer.
Birazdan dünyanın en büyük iki futbol markası, Barcelona ile Manchester United oynayacak.
Birazdan bulunduğumuz locaya, son 20 yılın, Michael Jordan’dan sonraki en büyük ismi Kobe Bryant gelecek ve maçın ilk devresini birlikte seyredeceğiz.
Ama ondan daha heyecan verici bir şey var.
Devre arasında sahaya ineceğiz, 81 bin kişinin önünde, geliri sakat çocuklara yardım için verilmek üzere üçer penaltı atacağız.
Biraz sonra Kobe Bryant bulunduğumuz locaya giriyor. Üzerinde bir tişört, altında dizlerinin altına inen bir şort var. Çok uzun boylu, ama NBA maçlarında televizyon ekranında gördüğümüzden çok daha fit duran bir adam.
Gerçek anlamda ışıldıyor.
Menajerliğini yapan kadın, önceden “Kesinlikle fotoğraf çekmek yok, soru sormak yok” diyor. Biraz da onun estirdiği havayla mesafemizi koruyoruz.
Oysa çok sempatik bir adam ve hepimizin elini sıcak bir şekilde sıkıp ön sıraya oturuyor.
Devrenin bitmesine 10 dakika kala, Manchester United’ın iki görevlisi gelip bizi alıyor. Tam klasik İngiliz tarzı. Erkek, takım elbiseli, kadın döpiyes giymiş.
100 bin kişilik Fedex stadının bir ucundan ötekine yürümeye başlıyoruz. Asansörle en alt kata iniyoruz. Artık takımların soyunma odalarının bulunduğu yerdeyiz.
Bizi bir soyunma odasına alıyorlar. Vaktimiz çok sınırlı. Hızla Manchester United formasını giyip, elbiselerimi karşımdaki kapısız dolaba asarken üzerindeki fotoğrafı fark ediyorum. Yıldız şeklinde bir zeminin içinde, çok güzel bir genç kız gülerek bana bakıyor.
O an anlıyorum ki, soyunmak üzere bize tahsis edilen bu soyunma odası, Washington Redskins maçların arasında sahaya çıkan ponpon kızların soyunma odası.
Manchester United’ın görevlisi bizi, sahada anonsları yapacak görevli ile tanıştırıyor. Her şey tam ve dakik bir disiplinle uygulanıyor.
Ta ki sahaya ininceye kadar.
O an Kobe Bryant’ın Amerika’da ne olduğunu anlıyorum.
İlk sıralardaki bütün genç insanlar ellerindeki formaları Kobe’ye uzatıp, imza istiyor. Çoğunun elinde Barcelona forması var. Saha Kobe ismiyle yankılanıyor.
O arada sohbet ediyoruz. “Sizin yüzünüzden kaç uykusuz gece geçirdim biliyor musunuz” diyorum. “Neden” diye soruyor.
“Amerika’yla 7 saat farkı yüzünden NBA maçlarını ancak gece yarıları seyredebiliyoruz” diyorum.
Kobe, sahada locadakinden de daha sempatik. “Önce siz penaltıyı atın” diyorum. “Yok yok siz başlayın” diyor.
Bizlerle birlikte bol bol poz veriyor.
Sonra penaltı atışları için ısınma başlıyor. Isınma sırasında fena değilim. Attığım toplar kaleyi buluyor.
Asıl atışlar ise benim açımdan tam bir felaketle sonuçlanıyor.
Önce Amerika’da yaşayan Türk işadamı üç atış yapıyor. Her hafta futbol oynuyorlarmış. Üçü de güzel atışlar. Üçü de gol oluyor.
Sıra bana gelince tabii ki işler değişiyor. Attığım üç penaltının ikisi dışarı gidiyor, birisi de zar zor gol oluyor. Açıkçası şu günlerde Türkiye’de olsa, ben değil ama kaleci şikeden kesin içeri alınırdı.
Sonra Kobe gelip tek atış yapıyor. Gayet profesyonelce yapılmış, çok başarılı bir atış ve kalecinin sağından gol oluyor.
“Çok iyi atış. Futbol oynuyor musunuz” diye soruyorum.
“Just when I was kid” diyor. Yani çocukken biraz oynamış. Ancak ertesi gün Barcelona’lı bazı futbolcular ve Amerikalı kadın futbolcularla birlikte yapılan “ünlüler maçı”nda gayet iyi futbol oynayabildiğini gösteriyor.
Bana gelince; lise yıllarımda iyi bir futbolcuydum. Topu iki ayağımın arasına sıkıştırıp, başımın ve rakibin üzerinden aşırtma hareketini çok başarılı şekilde yapardım.
O akşam, yaş ilerlemesinin mekaniğini anladım.
Beyin, gençlikte yapılan bütün hareketlerin net bilgilerini saklıyor. Yani beyniniz, o hareketlerin hepsini yaptıracak bilgiye ve zindeliğe sahip.
Ancak o “emirler”, ayaklar ve vücut tarafından tam olarak uygulanmıyor.
Haftada en az 5 gün yüzüyorum. Vücuduma baktığım söylenebilir.
Beynim topa nasıl vuracağımı, kaleciyi şaşırtacak hangi hareketi yapacağımı çok iyi biliyor ve anlatıyor.
Ama ayak takımı yok mu, işte o yapmıyor.
Sevgili arkadaşlar, yaşlanmanın acı gerçeği işte budur ve “Bir gün herkes hayata karşı attığı penaltı atışlarından en az ikisini kaçıracak”.
Çocukluk hayallerimden biri, çok büyük bir statta futbol oynamaktı.
Cumartesi akşamı, 81 bin kişinin karşısında penaltı attım.
Hem de efsane bir insanla birlikte.
O gece anladım ki, hayal kurmanın yaşı yok.
İzmir Alsancak Stadı’nın kapısında Lefter Küçükandonyadis ve Can Bartu’yu görmek için çıkış kapısında bekleyen küçük adam var ya, işte o hiç yaşlanmıyor.
NOT: Türk Hava Yolları, iki dev futbol takımı ve efsane bir basketbol oyuncusu ile kendi markasını birleştirerek bana göre olağanüstü bir vizyon sergiledi. Büyük markalar için vizyon önemlidir. Liderlik kadrosunun kalitesini de gösterir. Ama yıllarca şirket yönetmiş bir insan olarak şunu da çok iyi biliyorum. Karar tek başına yetmez. İyi uygulayıcılar da gerekir. Geçen cumartesi akşamı Fedex stadında bu vizyonu hayata geçirmeye çalışan olağanüstü insanlar tanıdım. Maç öncesi, maç sırası ve sonrasında, her an ellerindeki THY panoları ile koşan insanlar gördük. Çekilen her fotoğraf karesine, THY pankartlarını sokarak müthiş bir görünürlük sağladılar. THY’nin bu büyük projesi, işletme okullarında örnek olay olarak incelenecek düzeyde. Kaliteli bir markanın imajına sınıf atlatmak konusunda çok ilginç bir örnek.
Ertuğrul Özkök / Hürriyet
Yorumlar Tüm Yorumlar (16)