Cumhuriyet yazarı Mine Kırıkkanat, Paris'ten İstanbul'a döndüğü “charter” uçağında gördüğü dünyaca ünlü sanatçı Enrico Macias'ı yazdı.
İşte “Sahne Işıkları” adlı o yazısı:
“Sanatçı, yazar ya da gazeteci, mesleğin ilk basamaklarını tırmanırken ne verilirse, hatta bazen bedava çalışmaya razıdır. Bir de son basamaklarda, yorulduğu, aşındığı, aşıldığı, soluğu tükendiği demlerde hâlâ “varım” diyebilmek için her şeyi, her şeyi yapmaya hazırdır.
Ne var ki ilk basamaklardaki tutunmak hırsıyla son basamaklara asılmak çabası arasında, koca bir yaşanmışlık vardır. Yarışın başında gösterilen heves ve işgüzarlık ne denli otantik (özgün) olursa olsun, yarışın sonunda patetik (acıklı) duruma düşüp düşmemeyi, yarışın ortasında yapılanan kişilik belirler.
Kimi ego patlaması yapar. Ardında ne imzası kalacaktır, ne yapıtı; hatta çoğunun ömrü şöhretini aşacak, unutulduğunu görecek kadar yaşayacaktır, ama yarışın ortasında burnu Kafdağı’ndadır. Adının da imzasının da ölümsüz olduğunu sanır.
Kimi bilgelik kazanır. Şöhretin tuzaklarla dolu merdiven labirentinde her çıkışın bir inişi, her inişin bir çıkışı olduğunu ne kadar zekiyse o kadar çabuk anlar, zirvelerde başı dönmez, kapaklandığında toz yutmaz. Ve ister en tepede olsun, ister en dipte, ne oldum delisi olmaz, neyse o kalır.
Ama başarmak güdüsünün başlangıçtaki otantik hevesi her iki tür için de geçerli olmasına karşın, hangisinin “game over” çizgisini görmezden geleceği ve kendisi için biten bir yarışta kalmaya çalışarak patetik görüneceği hiç belli değildir…
Çünkü gerçek yaratıcılar kadar, kendisini olağandışı sanan güdükler ya da düpedüz, oportünist hödüklerden bile çıkan bu tür insanlar, sahne ışıklarına öyle alışırlar ki, sahneden inmek boşluğa düşmek, karanlığa çekilmek ölümden beterdir, onlar için.
Peki ben niye felsefe paralıyorum, bugün?
Ömrünü müziğe adamış, 73 yaşındaki Gaston Ghrenassia yüzünden desem, inanır mısınız?
Siz onu, Enrico Macias adıyla bilirsiniz.
12 Eylül’de Türkiye’ye dönerken her zamanki gibi bulabildiğim en ucuz uçak, düzenli sefer yapan bir “charter”la geldim Paris’ten İstanbul’a. Yolcuları uçağa götüren otobüste, ayakta balık istifi dizilen kalabalığın ortasında, yapayalnızmış gibi duran bir adama takıldı gözüm.
Yaşlanmıştı, ama hemen tanıdım. Nasıl tanımam? Ankara’dan Notre Dame de Sion’a “daimi yatılı” geldiğim yıl dinlediğim ilk Fransızca ezgiler, hatta hayatımda gördüğüm ilk 45’lik plaklar, onun “Ma Guitare” ve “Adieu Mon Pays” şarkılarıydı… Yıllar yılları izlemiş, ama Enrico Macias’ın sesi ve gitarı İspanya’dan Fransa’ya hayatımdan hiç eksilmemişti.
Enrico Macias, Osmanlı döneminde Cezayir’e yerleşen Musevilerden, dededen toruna müzisyen bir ailenin oğlu, Konstantin doğumlu bir Sefarad. BM Barış Elçisi, Kurd Waldheim Ödülü ve Fransız devlet nişanı “Legion d’Honneur” sahibi. Dünya çapında bir şöhret.
Ama daha da önemlisi, Paris’in en şatafatlı restoranı Laurent’ın sahibi Partouche grubunun yönetim kurulu üyesi. Yani para içinde yüzüyor… Oysa tüm orkestra üyeleriyle birlikte tıngır mıngır, İstanbul’a kalkan ucuz uçağa biniyor. “Nerede konser vereceksiniz?” diye sordum kendisine. “Daha bilmiyorum” dedi. “Varınca öğreneceğiz.” Haydaaa.
Birinci sınıfı ve VIP servisi olmayan uçakta, en büyük itibar olarak ilk sıraya oturttular Enrico Macias’ı. Orkestra üyelerini de arkalara.
Ertesi akşam, İstanbul’daki Açıkhava Tiyatrosu dolup taşıyor, Enrico Macias ayakta alkışlanıyordu.
Bırakın bir Sezen Aksu’yu, Ajda Pekkan’ı, zevzek TV dizilerinde göz süzüp dudak bükmekten başka yeteneği olmayan “artiz”lerin “business class” dışında uçak kullandığını düşünemeyen ben; ne köşe yazarları görmüşümdür, uçağın kapısına VIP arabayla getirilip VIP arabayla alınan…
Acaba dünya şöhreti Enrico Macias’ı konser vermek için üçüncü sınıf yolculuklara çıkaran duygu nedir? Başlangıçtaki hevesi yitirmemişlik mi, yoksa sonun boşluğunu reddetmek direnişi mi?
Salt alçakgönüllülük olabilir mi? Siz ne dersiniz?
(Cumhuriyet)
Yorumlar Tüm Yorumlar (5)